23 Mart 2018 Cuma

YÜZÜN EKSİK PARÇASI


"Vicdanı olan delirir!"

Böyle diyor Recep hazretleri! Galiba delirmeye teşne biri olarak, bu sözü etrafıma baktıkça hatırlıyorum. Benim, edebiyatla ilişkim okurluktur ve bu daha sıkı bir ilişkidir gibime gelir. Okuduklarımı yaşarım, izlerim daha çok da. Bazı kitapların kahramanlarıyla arkadaşlığımızın uzun sürdüğü de olur.

Daha birinci perdeden okuru içine çeken metin sayısı çok azdır. Yüzün Eksik Parçası bunlardan birisi bence. Baştan sona, kısa bir öykü yazılmış kadar titiz ve bütünlüklü bir örgü ile yazılmış. Hiç bir kopukluk, hiç bir düşüş yok akışta. İnsan, kısa bir öykü okuyor izlenimi ediniyor.

Romanın kapısını örümcek Moris açıyor ve kapağa ördüğü ağlarını kenara çekip kahramanlarını sahneye okuru da izlemek üzere içeriye alıyor. Moris’in, ağını her seferinde daha sağlam ve güzel örmesi gibi örmeye başlıyor Ümran da daha ilk paragraftan itibaren. Ümran, öyküde iyi bir usta. Kırık Patika, Hâlname/2016 ve Ay Portakalı adında üç öykü kitabı yayınlandı ve gerçekten de hepsi birer ustalık örneği. Kanaatimce ilk romanın bu kadar akıcı, çarpıcı olmasında öyküdeki rahatlığının, ustalığının etkisi var.

Okur, kahramanı ödüllendirir de cezalandırır da metinde. Bu, okurun okuduğu ile ilişkisidir. Bu romanda nerdeyse bütün kahramanları seviyor insan. Yüzün Eksik Parçası’nda, kahramanların tümü özenle seçilmiş, tümü ödüllüktür neredeyse. Futbol takımı olarak düşünse insan, Barcelona’nın as takımı gibi. Çok az metinde aykırı tipler olduğu halde bu kadar birbirini tamamlayan, bu kadar konsantre bir kahramanlar toplamı görülür. Sanki her biri diğerinin eksik yarısı parçası gibi bir bütünlük var.

Baştan sona bütün enstrümanların doğru zaman ve yerde doğru notaları çaldığı müzikal bir akışı var romanın. Bir tek detone cümle, rahatsız edici tek ses yok. Harika bir hafif müzik senfonisi gibi. Vurmalılar haddini bilmiş tellilerin yanında, üflemeliler arada köprü hep. Dalgaları da, yaprağı da, kedi mırıltısı ve ağacın çiçeklenmesi de aynı kadife tonlarla duyuluyor. Güzel bir ses senfoni. Bu da, okurun zihnini dinlendiren, okumaya hazırlayan bir usuldür. Okur ses, sesler eşliğinde geziniyor.

Öykülerinde kahramanlarını konuşturması bu romanda zirve yapmış. Kitabın üzerinde ismi olmasa, insan her kahramanı yazarın kendisi sanabilir. Her kahramanın kendine has dili olmasına karşın, o denli başarılı bir konuşturma. İnsan sadece dediklerini değil demediklerini de, iç seslerini de okuyor kahramanların. Müthiş bir gözlem ve düşünme yoğunluğu demektir bu. İyi bir fotoğrafçı aynı zamanda Ümran. Fotoğrafçıların gözlem yeteneği daha yüksektir ve sanırım bu romanda bunun da etkisi var. Moris’in ağları gibi usul usul ve ipeksi örülmüş. Böyle olunca da sanki bir seferde, oturup tek bir öykü yazmış gibi bütünlüklü bir metin olmuş diyor insan.

Faruk ve arkadaşlarının hayatı-pratikleri merkez alınarak sola ayna tutmuş Ümran. Politik cümle kurmadan sola bu kadar nitelikli eleştiriler yapmak ciddi bir başarı. Hem sıkı bir iğneleme ile eleştiri, hem kahramanlarının yekinip hayata yeniden dokunmaları ile de özeleştiri içeren sıkı bir metin. Bencilliğin, çıkarcılığın umutsuzluğun, duyarsızlığın toplumu mezarlık sessizliğine gömdüğü şu zamanlarda dayanışmanın, umudun, sevginin, güvenmenin nefes kadar gerekli olduğunu yüksek sesle salık veren bir metin olmuş.

Yazar yaratandır, vicdandır ama asla taraf değil bu romanda. Kahramanların karmaşık dünyasında hiç birinden yana değil, hiç birini yargılamıyor, hiç birinden yana toleranslı bir cümlesi yok.
Kahramanların her birinin rutini ve birbirleriyle ilişkisi çok akıcı, köşesiz kenarsız.

Recep, hayatın bıçkın yanı. Ucu kırık, kimseye batmayan ama her iki yanı jilet gibi kesen, ayna gibi bir hançer. Cengiz iyi bir proleter, açık bir meydan okuyuş. Ceren, masumiyet. Mösyö Faruk, kendi içinin aynaları ile kavgalı, yenilgilerini kırık ayna parçaları gibi toplayan ama bir dönemin tutanağı gibi duran biri. Harun yıkılmaz gizemli bir dağ. Firuzan dev ağacın gövdesi gibi, hem kırılgan, hem ipeksi bir karakter ama bütün ağrıları canında toplayıp boşluğa dağıtan bir anaç.... Firuzan denizi hem kabartıyor hem mevsimi ayaklandırıyor ama aynı Firuzan kendinde topladığı bütün enerjileri aynı adil duruşla dağıtıyor. Hayata kızgın bir sima sanacakken, hayatı doğurup sevdiklerine eşit pay eden bir bahara dönüyor aynı anda. Bu roman Firuzan’ın bu roman Firuzan.

Ayrıca, ülkenin değişen yüzünü Mösyö Faruk’un gözlerinden, Cengiz’in sesinden görüp dinliyor insan. Uzatılmadan, sündürülmeden, dozunda ve en önemlisi de didaktik tuzağına düşülmeden.
Kitabın finalini beklemeye gerek yok. Bir kaç final birden var kitapta. Gittikçe yükselen bir tempo, ama keskin ve ani değil su dalgası gibi yumuşak ve ipeksi.

 Firuzan’ın gidişi insanı bir trafoya bağlanmış kadar gererken kitabın finalin bahar olduğunu, bahar yumuşaklığında zirve yaptığını görüyor insan. Yaşar Kemal’in deyimi ile denizin dinginleşip “karıncanın su içtiği” suskunluğa erdiği hale geliyor.

Pencereyi açmak gerek, bahar dışarıda bekliyor yüzümüze dokunmak için. Harun yoldadır, yeni bir roman gelecek demektir pek yakında...

Hüseyin ARSLAN

17 Mart 2018 Cumartesi

GÜNÜBİRLİĞİN DESTANI “HÂLNAME / 2016”






Uzun, keyifli, her hâle tanıdık olduğum bir yolculuktan dönmüş, başladığım yere gelmiş gibiyim. Tam olarak nasıl adlandıracağımı düşünedurdum okuduğum sürece. “Günübirliğin Destanı,” ya da “Gündeliğin Destanı”mı desem bilemedim. Sadece insan hallerine değil, çeşitli hayvanlardan doğanın türlü hallerine tanıklığın, onlarla sohbetin tatlı huşusu içindeyim.

Her milletten, her dilden, her kültürden, her meşrepten insan, doğanın her halinden kesit, her canlıdan ses, her canlıdan nefes var yazarın bu güzel eserinde.

Dimağımda tarifsiz sadeliğinin tadı var. Sohbet eder gibi anlattığı öyküler yaşamın tam orta yerinden. Öncelikle “Hâlname / 2016” adlı eserine dair söylemek istediklerim var:
Yılın her gününe denk gelecek biçimde yazdığı eserinde bir yandan o yılı canlandırıyor gözlerimde, öte yandan onu aşan, yıla sığmayan her hâle dokunuyor. Sanatsal bir naiflikle dokunuyor yüreklerimize. Yüreklerimizin tellerini tıngırdatıyor. Yarattığı melodiler upuzun bir senfoni oluyor ruhumuzda.

Sokaktaki kâğıt toplayıcısından, çocuğa, kadına, yaşlıya, gence, erkeğe, zalime, mazluma, çiçeğe, rüzgâra, denize, kediye, köpeğe, aslana ve hatta yüzümüzü gülümsettirecek coğrafyamızda rastlanmayan kanguruya kadar. Öyle basite almayın, onun bir adı bile var: Saffet! Burada sıralamak yerine okura bırakacağım o kadar anlatı var ki, okumaktan asla sıkılmayacak, her bir öyküden sonra bir diğerini okumak için iple çekeceksiniz zamanı.

“Günübirliğin Destanı” sıradan bir günlük çalışması olmadığı gibi sanırım tür olarak bir ilk gibi. Değişik bir tarzı denemiş yazar. Çok da başarılı olmuş. Öyküler, sade, içten, samimi bir atmosferde ve oldukça dokunaklı işlenmiş. Birçok öyküde içinize bir rüzgâr, bir deniz dalgası gibi dalıyor Ümran. Sizi, uykudan, gafletten uyandırıp insan ummanına atıyor. Bazen upuzun bir film izler gibi bazen de bin bir gece masalları tadında ninenizden masal dinler gibi buluyorsunuz kendinizi.
Gülümseten, üzen, kederlendiren, aşık eden, aşık olanı ihanetin her türlüsüne tanık ettiren öyle çok duyguya ortak ediyor ki bizi, hayat ne kadar da çeşitli ve renkliymiş dedirtiyor. İçinden geçtiğimiz zamanın tek renklilik ve tek sesliliğine adeta bir soluk gibi. Bu destanda herkes ve her şey konuşuyor kendi dilince, kendi meşrebince. Öyle ki yeryüzü de yetmiyor, uzaya, Mars’a bile uzanıyor yazar.

Ötekileştirmeyi ötekileştiren upuzun bir anlatı. Sadeliğine eşlik eden derinliği, kısa öykülere yedirdiği yoğunluk, kurduğu cümlelerdeki folklorik zenginlik ve güzellik insanı esritiyor.

Hissettirdiği tam da şöyle bir duygu; eskilerde nenelerin bütün güzelliklerini sakladıkları ceviz kaplama sandıklarda ya da kanaviçe işli yazmalarını koydukları lavanta kokulu sandukalardan süzülüp de gelmiş kadar kadim ve sağlam ve bir o kadar da sağlam, derin kökleri var cümlelerinin.
Serencamında, Ümran’ın kendi yaşanmışlıklarının izdüşümleriyle de yoğurduğu bu güzel ve okunması gereken eserini herkese tavsiye ediyorum. Belki içeride olmanın getirdiği yoksunluktan mıdır bilemem ama Ümran’ın gözlerinden, kaleminden çok güzel, çok renkli çok farklı hallere tanıklık ettim. Ufuk açıcı olduğu kadar hayal dünyasını da zenginleştiriyor okuyanın.

Yazar Ümran Düşünsel’in çok emek verip ortaya çıkardığı bu güzel eseri, “Günübirliğin Destanı”nı mutlaka okumanızı öneriyorum. Okursanız çok şey kazanacak, okumazsanız neler kaybettiğinizi asla bilemeyeceksiniz. Eline, emeğine, diline, kalemine sağlık diyorum.

Sevgilerimle

Seyit Oktay
T-Tipi Cezaevi A2/5
Tokat
1 Mart 2018

9 Ocak 2018 Salı

Odin ve Masal

HÂLNAME /2016



“Vicdanı olan delirir,” dedi Recep.
Sakindi.
Semavere sığmayan odunlara ulaşmıştı ateş. Kalkıp maşayla toparladı. İnşaata inen dimdik bayırın başına göz attıktan sonra karşıma, sandığın üstüne oturdu gene.
(...)
“Dinlemiyorlar zaten, deli diyorlar bana,” diye fısıldamıştı kulağıma.
“Depremde Van’daydım. Yerle yeksan olmuştu memleketim tastamam. Hiç düşünmeden koştum kurtarma çalışmalarına katılmak için ben de.”
Güç kuvvet yetmiyordu beton yığınlarını kaldırmaya. Ufak ufak beton dağlarıydı binalar. Sesler duyduk. İlk günler gürdü, cılızlaştı, sustu en sonunda. Greyder getirdiler, beton dağlarındaki mağaralara ulaşmak için. Ulaştı da mendebur. Enkazı oradan alıp öteye bıraktı. Kolların, bacakların, gövde parçalarının beton artıklarının üzerinde rozet misali takılı olduğunu gördüğümde bitti. Ben bittim. Oraya kadarmış. Aklım da enkaza asılı kaldı bir başka rozet gibi.
Vicdanı olan delirmez de ne eder?”
Recep’in haber değeri yoktu ve hiçbir haberin öznesi de olmadı bugüne kadar. Kitaplarda hikâyesi de yoktur.
On dört yaşındaki Suriyeli mülteci çocuğun ise haberi çıktı: Üçüncü sayfada, tek sütuna kısacık bir paragrafta.
“Yüz yüze kalmıştık işte seninle yine. Tam karşımdaki kepenge sprey boyayla çizilmiş resim gibiydin. Başındaki bereyi yüzüne indirmiş, montunun kollarıyla örttüğün ellerin dizlerinin arasında, dertoptun kıpırtısız.
(...)
Bu sabah da Müyesser’le sevgilisi sandığı adam geçti gitti önünden. Onlar da görmedi seni. Sen de onları görmedin: Tam karşımdaki kepenge sprey boyayla çizilmiş resim gibiydin.”
Hayatın akışında bir sorun varsa, çözümü de tam kaynağında. Uzaktan kumandayla sorun çözülmüyor. Tıpkı portre fotoğrafı çekerken özneyle gözlerimizi aynı hizada buluşturmak misali, kuşbakışı bakmak değil, gözünün içine bakarak dokunmak gerek hayata da.
Haberi okuyoruz. Öncesi sonrası yok ama. Merak da etmiyoruz. Zaten vaktimiz de yok! Sonra da unutup gidiyoruz. Sözün özü ve bir anlamda da kitabı yazmak için heyecanlandıran gerekçe, insanların zembille inip habere özne olmadıkları gerçeğiydi.
Gerisi hikâye: Kitap sayfalarında.
Yere üfledi sigara dumanını Deli Recep; tükürürcesine. “Memlekette bir kedim vardı, biliyor musun? Bir gözü çam balı rengi diğeri çağla bademi.”
“Benim de var kedim,” dedim. “Bir gözü yosun yeşili, diğeri yok!”
Deli Recep’e evvela mahsus selam ederim.
Mehmet Ali, Harun, Hurdacı Ramazan, Deli Musa, Marslı Iğaluk, denizde boğulan mülteci çocukları kıyıp yiyemeyen balık, avcıların elinden kurtulan fil, sirkten kaçan aslan, atlıkarıncadan firar eden at, Midilli’de kaybolan sığınmacı kedi Kunkuş, çitlembik ağacı, tilki Nazlıcan, Ümraniyeli kanguru Saffet ve aynı kubbe altında yaşadığımız nice canlının tanıştırdığı, tanışmamıza vesile olduğu diğer ete kemiğe bürünen tüm kahramanlarıma teşekkürlerimle…
İÇ SÖZ
Ümran Düşünsel

25 Temmuz 2017 Salı

Ay Tuzdandı




Fotoğraf: Gülay Başkurt



(...)
Ay tuzdandı. Geceleri ondan parlaktı. Tuz almaya da Ay’a gidiyordu babam. O da yoktu bizim topraklarda. Portakal da yoktu.
Gece herkes uyuyunca, kilerde mum tutmuştum da Ay gibi parlamıştı babamın getirdiği tuzlar.
Katıra biner giderdi. Anam yolluk katardı yanına. “Yolun ırak adam,” derdi, başka laflar da ederdi ama uzağa düşerdi dedikleri. Iraktı Ay. Babam Ay’a giderdi. Bir tuz, bir portakal getirmek için. 
(...)

Hasan Geldi

Hasan Geldi öykü Hâlname/2016